“Eleştirmen olarak bir şey söylüyorsanız öncelikle sanat tarihini, kültür tarihini bilmeli ve güncel sanatla ilişiğinizi hiç kesmemelisiniz”

Sıla Çapkınlar: Bir resim eleştirmeni resme nasıl yaklaşır? İdeal resim nedir ve resmin iyi bir resim olarak adlandırılması için içerisinde neler barındırması gerekir?

Müşerref Saatli Bulmuş: Her şeyden önce ben resim eleştirmeni değilim. Ama resim dünyasının içinden biriyim. Ben de resim yapıyorum, seramik çalışıyorum. Resmin içinden biri olarak resim algılarımızı dillendirmek istedim. Resim bizim tarihimize geç girdiğinden ötürü, insanımızın genelinde algılama problemi var. Tanımlamada, ifade etmede eksiklikler hissediyorlar. Bu eksiklikleri gidermek, rehber olabilmek amacıyla Renklerdeki Gerçeklik'i yazma gereği duydum. Sanat tek bir boyuta indirgenecek bir şey değil. Çok boyutlu algılama ve çok boyutlu ifadelendirmenin söz konusu olduğu bir alan. Bu anlamda ben de tabloya, resme bakarken öncelikle kendi algılarımdan yola çıkıyorum. Ama bu algılarımın altında yatan bilgiden, sanat tarihinden, kültürümüzden de esinlenerek bir tabloyu kendi adıma yorumlamaya çalışıyorum. Bende uyandırdığı duyuşları dile getirmek, bunu karşılıklı yorumlayabileceğimiz bir ifade kazandırmak istiyorum.

Özellikle kompozisyondaki ifade derinliği ve tablodaki desen bütünlüğü, tablodaki kurgu beni çok etkiler. Çünkü o kurgu bir fikrin ifadesidir. Ressam her şeyden önce bir kurguyla başlar tabloya. O kurgunun üstüne rengi, çizgiyi, orada vurgulamak istediği ifadeyi yerleştirir. İşte bir tabloyu izlerken, oradaki ifadenin beni kuşatmasını isterim.

SÇ: Resim eleştirmeninde bulunması gerektiğini düşündüğünüz özellikler nelerdir?

MSB: Bir şeyi eleştirmek için önce onun doğrusunu, olması gerekeni bilmek gerekir. Onun için de her şeyden önce sanat ve resim bilgisine ihtiyaç var. Altını doldurmadığınız hiçbir şeyin üstüne ifade geliştiremezsiniz. O anlamda eleştirmen olarak bir şey söylüyorsanız öncelikle sanat tarihini, kültür tarihini bilmeli ve güncel sanatla ilişiğinizi hiç kesmemelisiniz. Ancak bunların üzerine söz söyleme hakkımız olabilir diye düşünüyorum. Yoksa boş konuşmalardan öteye gidemez.

SÇ: Diş hekimliğinizin yanı sıra bir resim eleştirmeni ve seramik sanatçısısınız. Mesleğiniz ve ilgileriniz arasındaki estetik gereklilik paralellik gösteriyor. Siz bu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

MSB: Aslında her diş hekimi bir zanaatkârdır. Çünkü ağız içinde yapılan teknik bir iş olmasının yanı sıra estetik bir işlemdir. Yaptığınız dolgudan, protezlere kadar her şey görsel bir içeriğe de sahiptir. Zanaatkârlığın yanında sanatsal bir bakış açısı da gerektirir. Dolayısıyla diş hekimine resim, seramik, heykel çok uzak değildir. Kaldı ki zaten diş hekimi olmadan önce de resimle ilgiliydim. Ortaokul, lise yıllarında da başarılı çalışmalarım vardı. İstanbul yıllarında zaten hazine gibi bir şehirde yaşıyordum. Orada atölyelerin, sanat galerilerinin, resim sergilerinin içinde büyüdüm diyebilirim. Meslek hayatım boyunca da resim atölyelerine gittim, sergiler açtım. Resim yapmaya devam ettim. Hiç uzak kalmadım. Yani hep içindeydim.

SÇ: Sanatla ilgilenmekle, onu icra etmekle yetinmeyip kültür, sanat tarihi donanımını edinmeye yönelik girişimleriniz var. Anadolu Üniversitesi Kültürel Miras ve Turizm Bölümünü bitirmişsiniz. Sizin resme ve sanata yöneliş maceranız nasıl gerçekleşti?

MSB: Ben aslında köyde doğdum. Akhisar'ın Büknüş köyündenim. Aile ya da çevrenin bir yönlendirmesi olmadı. Köyde büyümenin avantajı diyebilir miyiz bilmiyorum. Ama köyde büyüyen herkes gibi ben de oyuncak bebeğini, arabasını kendisi üreten çocuklardandım. Bu koşullarda büyüyünce farkında olmadan el beceriniz de gelişiyor. Ortaokul yıllarında el işi, resim derslerimiz vardı. Ben buralarda hep başarılıydım ve onlarla ilgilenmeyi seven biriydim. Üniversiteye başlayacağım zaman da resim öğretmenliğini uzun uzun düşündüm. Fakat ekonomik nedenlerden dolayı, daha iyi yaşam koşulları sağlayacak bir mesleği tercih etmemin doğru olacağını düşünerek, diş hekimliğine gittim. Yoksa aklımın bir tarafı hep resimde kaldı. Neyse ki; resmi dışarıdan da yapabildiğim için, sanata çok uzak düşmedim.

SÇ: Renklerdeki Gerçeklik adlı kitabınızda da bir resim öğretmeninizin resim sergilerini gezdirmesinden söz etmişsiniz. Bu da atılan ilk tohumlardan biri olabilir mi?

MSB: Kesinlikle. Yönlendirmeler çok önemli. Ben öğretmenler açısından şanslıydım. Ortaokulda Akhisar'dayken resim öğretmenim çok sağlam desen çalışmaları yaptırırdı.  İzmir Kız Lisesinde, Rıza hoca bazı haftalarda resim ders saatlerinde, bizi Atatürk Kültür Merkezindeki sergileri gezdirir, yorumlatırdı. Müzelere götürürdü. Bunlar elbette altyapı oluşturan, beni motive eden etmenlerdi.

SÇ: Yaklaşık otuz yıldır resim atölyelerini gözlemlemektesiniz. Bu otuz yıllık süreci içeren gözlemlerinizde Türk resminin gelişimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Resmin ilerlediği bir doğrultudan söz edebilir miyiz?

MSB: Türkiye çok dinamik bir ülke. Hayatın ritmi çok hızlı işliyor ya, bu sevindirici bir durum. Bilindiği gibi, İslamiyet’te suret yasak olduğundan, resim bizim hayatımıza çok geç girdi. Yani sanat anlamında... İnsanlar resim yapmıyordu ama dokuduğu kilime koyduğu desen, yazmaya işlediği nakışta bir anlamda resim yapmaktı. Bunlar insanımızın duygu ve düşüncelerini dile getiriyordu. İnsanın içindeki o estetik duyuş bir şekilde hayata akıyordu. Bu açıdan baktığınızda sadece görsel sanatlar olarak kanalını bulamamıştı. Günümüzde ise artık böyle bir sıkıntımız yok. Resme olan ilgi neredeyse gelişmiş ülkeler paralelinde. Fakat şöyle bir durum var; Batı resim geleneğine baktığımız zaman 18. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar acayip patlamalar var. Oradaki sanayi devriminden sonra düşüncenin ve özgürleşmenin getirdiği açılımlar sanatın da çok boyutluluğunu hayata geçirmişti. Günümüzde sanat tarihinin belkemiğini oluşturan pek çok akım bu iki yüzyılın içinde hayata geçmiş. Onlar bizim biraz da rehberimiz oldu bu anlamda. Bizde aynı paralellikte bir gelişimden söz edemeyiz. Onlar bize altyapı sağladı.

Bizde Osman Hamdi Bey’in çabasıyla 1882’de Güzel Sanatlar Akademisi (Sanayi-i Nefise) kurulduktan sonra sanatsal bir gelişim çizgisi oluştu. Sonraki yıllarda kendi kültürümüzden beslenip bu akımlarla sentezlenen çok iyi işler ortaya koyan ressamlarımız oldu.

Günümüz sanat dünyasında ise, bu rehberlerin ötesinde, artık akımlar olarak tanımladığımız sanat ekollerinden söz etmek biraz zor. Postmodern dünyada bireyin öne çıkması ve iletişim dünyasının gelişmesiyle sanatsal dil, akımlar yerine bireysel ifadelere bırakmış görünüyor. Bunlar daha çok kavramsal sanatlar olarak adlandırdığımız görsel kurgular. Sanatsal bir fikir sahne üzerinde oluşturulan bir donatı aracılığıyla   ifadelendiriliyor. Kavramsal sanat, düşüncenin bir görsel hareket içinde biçim bulmasıdır. Son yıllarda bunlar daha çok video görselleriyle desteklenen görsel şovlar hâlini aldı. 

Bunu tanımlamakta bazen zorlanıyoruz. Ama görsel sanatların geldiği nokta bu. Hızlı ve değişken. Hızlı var olduğu kadar, hızla da yok olabilen. Hayatın akışına paralel, hızlı ama anlam durağanlığından uzaklaşan kaygan bir zemin üzerinde yürümekte.

SÇ: Sizin de Renklerdeki Gerçeklik adlı kitabınızda yer verdiğiniz üzere güzellik algısı her dönem için değişiklik gösterebiliyor. Ben burada sizin okurunuza yönelttiğiniz soruyu size sormak istiyorum. Sizce önümüzdeki yılların öne çıkacak güzellik algısı ne olabilir? Bu konuda bir öngörünüz var mı?

MSB: Ah bilsem sorar mıydım? (Gülüyor.) Her dönem aslında kendi güzelini yaratır. Toplumun o tarihte yaşayan insanının algısıyla ilintili bir durum. Dolayısıyla dönemin güzelini de o tarihte yaşayan insanlar belirleyecektir. Bu nerelerden beslenir? Artık günümüzde görsel dünyanın itelemesiyle, zorlamalarıyla bir dil oluşturacaktır... Örneğin, elli yıl öncesine göre bugünün insanı çok daha minimalist, yalın, daha durulmuş bir görsellik isteği içinde. Bunu tetikleyen ne? Hayatlarımızın çok yorgun, çok hızlı, çok akışkan olması. Bu akışkanlıktan yorulmuş insanlar bir yalınlık peşinde. İfadede o resim sanatındaki çok detaycı ayrıntılar yerine daha minimalist, daha algısı kolay, sanat objesi diyebileceğimiz eserlere doğru bir gidişin olduğunu ben hissedebiliyorum. Güzel algısı da bununla ilintili olacaktır diye düşünüyorum.

SÇ: Paris, Amsterdam gibi şehirlerdeki müzeleri gezip ünlü ressamların resimlerini ilk elden görme şansınız olmuş. Gittiğiniz müze gezilerinde sizi en çok etkileyen hangi ressamın resmi oldu?

MSB: Ahh, çok var... Örneğin, Van Gogh'un o fırça darbelerini yakından görmek, o devinimi, oradaki renk armonisini yakından görmek... Evet bir kitapta ya da videolarda da ben onu görüyorum ama oradaki devinimi görmek gerçekten çok heyecan vericiydi. Van Gogh'u Van Gogh yapan da sanırım buydu. Cézanne'ın tablolarındaki o matematiksel kurgu inanılmazdır... Müzede tabloların başından uzun süre ayrılamadım... Salvador Dali de beni çok şaşırtmıştı. Her ressamın bir resim yapma stili, ekolü vardır. Bu yetenek genelde bir çizgi üzerinde ilerler. Salvador Dali'de bu yelpaze o kadar genişti ki hayran kaldım. Yani bu ressam nasıl bu kadar yetenekli olabilir diye. Biraz da kıskandım hatta...

Beni ressamların da ötesinde asıl şaşırtan neydi biliyor musun? Senelerdir yurt dışına gidip-geldikçe gittiğim yerlerin müzelerini mutlaka ziyaret ederim. Paris’te Louvre müzesini geziyoruz, birkaç salonda sınıf öğretmeni eşliğindeki beş-altı yaşlarındaki çocuklar yerde bağdaş kurmuş, ellerinde resim defterlerine çizim yapıyordu. Bizler genellikle orta yaşa geldiğimizde müzelerle haşır-neşir olurken, Batı insanı 5-6 yaşından itibaren müzelerle iç içe yaşıyor. Sanatı ve müzeleri eğitimin bir parçası yapıyor. Algının en yüksek olduğu 5-7 yaş gurubuna estetik algıyı, kültürel geçmişi, tarihini, sanatını göstererek öğretiyor. Bu eğitimden geçen çocuklar artık sokağa çöp atmayacaktır. Peyzajı olmayan, şantiye halindeki kentlerde yaşamak istemeyecektir. Yolunu, parkını, yaşam alanlarını insana yakışan bir düzen içinde kurgulayacaktır.

SÇ: İnsanların öfkeli, neşeli, kaygılı gibi sahip oldukları mizaçlarının gözlerine yansıdığını, bu durumun ressamlar için de aynı olduğunu söylüyorsunuz. Yani çoğunlukla ressamın dünyaya bakış açısı nasılsa tuvale yansıyan renkler, çizgiler de o şekilde beliriyor. Çok hoş bir ifade bu. Siz incelediğiniz resimlerde en çok hangi bakıştan etkileniyorsunuz?

MSB: Tabii bu bir genelleme. Genelde tanıdığım ressamlardaki yaşama bakışla, ortaya koydukları eserler arasında bir paralellik sezinledim hep. Ama beni yanıltanlar olmadı mı? Tabii ki oldu. Apayrı yönelişleri olan ressamlar da oldu. Şöyle bir şey var; bir ressam aslında resmini ortaya koyarken, hayatla bağını da ortaya koyuyor. Hayata dair beklentileri, özledikleri, olması gerekenleri, olanları, olamayanları... Belki o gözlerdeki ifadenin arkasında bunlar da yatıyor. Örneğin; mutsuz insanın hayal kırıklıkları, beklentilerinin gerçekleşmemesi, melankolisi de farkında olarak ya da olmayarak ressamın fırçasından tuvale akan şeyler.

Tablolarını çok beğendiğim, çok heyecanlandığım ressamlar var. Örneğin Cézanne, vermek istediği ifadeyi hem kurguyla hem renkle verir. Dolayısıyla benim için Cézanne'ın tabloları kitap gibidir. Duygu anlamında çok heyecanlandıran ressamlardan biri de Fikret Mualla’dır. Hüznü ve neşeyi aynı tabloda ustaca kaynaştıran bir ressamdır. Yaşamındaki acıların ve çatışmaların üstesinden gelebilmek için resme sığındığını düşünürüm. Van Gogh da öyle. Hüznü, acıyı onun kadar güzel ve çekici ifade eden çok az ressam var. Onun için de bütün dünya Van Gogh'u daha kolay algılar. Daha fazla içselleştirir.  Neşe Erdok kadın imgesini çok iyi işler. İnsan psikolojisinin her halini yansıtan resimleri çok dokunaklıdır.

SÇ: Renklerdeki Gerçeklik'te yerli ve yabancı ressamlara yer verirken yaptığınız seçimlerin özgül bir sebebi var mıydı?

MSB: Evet vardı. Bu konuya özellikle özen göstermeye çalıştım. Çünkü ben tarihsel bir akış içinde, o akışta nirengi noktası oluşturan ressamları kitabıma koymak istedim. Bunu da yapabildiğimi sanıyorum. Gerek dünya resim tarihinde gerekse bizim tarihimizde onlar özel isimler. Resim tarihinizdeki dönüşüm noktalarında, resmi sevdirme, yakınlaştırma anlamında çok katkıları olduğunu düşünüyorum. Tabii ki bunların dışında pek çok ressam var ama hepsini bu kitaba sığdırmak çok zordu.

SÇ: Son olarak yakından takip ettiğiniz ressamlar arasında kendinizi özdeşleştirdiğiniz bir ressam var mı? Örneğin Bedri Rahmi de tıpkı sizin gibi seramik sanatçısı. Bu tür benzerlikler sizi etkiler mi?

MSB: Hiç kimseyi idolleştirmek istemiyorum. Sanatta sınırlamaya karşıyım. Herkesten aldığımız ya da herkese verebildiğimiz bir şeyler vardır ama onu şablonlaştırmak bana pek uygun gelmediği için isim vermek istemem. Gerçekten B.R.Eyüboğlu çalışmalarıyla, yaşamdaki duruşuyla, çok boyutluluğuyla değer verdiğim ve de çok takdir ettiğim bir sanatçı. Sadece ressamlıkla yetinmemiştir. Hem heykeltıraş, hem seramikçi, hem şair, hem çok güzel denemeleri olan bir yazardır. Bu anlamda çok boyutluluğu beni etkiledi.

Ben insanın kendini ya da hayatı daraltmasından yana değilim. Hayatı daralttığınız zaman önce kendinize zarar veriyorsunuz. İnsanın beslenme kaynakları genişlemeli ki, ufku da genişlesin. Bu yüzden, ilgi alanlarımı ve deneyimlerimi olabildiğince zengin tutuyorum, böyle olması gerektiğine de inanıyorum. Çünkü ben seramik yaparken resmimi besliyorum; resim yaparken seramikten esinleniyorum. Resim tarihini okurken yorumlama yeteneğimi geliştiriyorum. Kültür tarihine baktığım zaman kendime, topluma, geldiğim topraklara daha anlamlı bakabiliyorum. Bunlar insanı besleyen şeyler. Bir sanatçının da bunlara ihtiyacı olduğunu düşünüyorum.